Ok, yay ve at üzerinde ok atan insan temalı arkeolojik buluntular, okçuluğun çok eski çağlara kadar uzandığını kanıtlamaktadır. Türkler yay ve oku hayatlarının her döneminde yanlarında bulundurarak, at sırtında avlanarak geçimlerini sağladılar.
Türkler Orta Asya’dan dünyanın değişik bölgelerine göç ederek hayvanlarına yeni otlak ve sulak alanlar bulmak, kendileri için bağımsız yaşayabilecekleri yeri yerleri yurt edinmek amacıyla sürekli hareket halinde olmuşlardır. Rakiplerine karşı başarılı olmak için atı birden fazla değişik amaçlarla kullanmış olup, at üzerinde hareket halinde geriye dönerek oku kullanabildikleri bilinmektedir.
Türk Yayı; Akça ağaç, boynuz, hayvan tendonu, Mersin balığı tutkalı gibi kompozit malzemeler kullanılarak elde edilmektedir. Bu özelliği sayesinde kolların ağırlığı sağ ve sol kola eşit denge sağlamakta, böylece okçu dengesi bozulmadan atışını gerçekleştirebilmektedir. Bu durumda önemli olan nokta ise kirişin bırakılma anının atın dört nala koşarken ok atmanın gerekliliğiydi. Atın dört nala koşarken dört ayağının yerden kesik olan kısacık zaman diliminde kiriş bırakılmaktaydı. Bu özellik bozkır atlı okçusu için sanatının zirvesi olarak kabul görmekte ve hassas ritim duygusuna sahip olmayı gerektirmekteydi. Bozkır okçularının gösterdikleri bu yetenekli ve üstün atış tekniği aynı zamanda Osmanlı okçularının gösterdikleri önemli hünerlerdendir.
Türklerin en önemli savaş aletlerinden biri olan Türk yayı, ateşli silahların bulunup savaş teknolojilerinin gelişmeye başladığı 15. Yüzyıla kadar geçen asırlar boyunca en etkili silahlardan biri olarak savaş tarihine yön vermiştir.
Ok kullanımı Türklerin en mahir olduğu alanlardan birisi olup bu meziyetleri birçok kaynağa konu olmuştur. İslam öncesinde özellikle Çin kaynakları Türk çocuklarına küçük yaştan itibaren ok atma eğitimi verildiğini yazmaktadır. Türkler çocuk yaşta iken koyun sırtına binip önce sincap, gelincik ve kuşlara, daha sonra da tavşan ve tilkilere ok atarak kendilerini geliştirirlerdi.
Eski Türklerde ok “kabile, boy, aşiret” manalarını taşımaktaydı. Türklerde “Oğuz” sözcüğü buna bir örnek olarak gösterilebilir. Kelime kökeni olarak Oğuz sözcüğü kabile veya aşiret gibi anlamlar taşıyıp aynı zamanda bu sözcüğün “Oq(k)+uz” oklu/okçu anlamlarını taşıdığı görülmektedir.
Türkler ok ve yayı pagan dönemlerinden itibaren hâkimiyet sembolü olarak kullanmışlardır.
Osmanlı Dönemi’nde ok atışı yapılan alanlar ile geleneksel ok ve yaya dinî anlamlar yüklenmiş; ok alanına abdestsiz ve besmelesiz girilmesi yasaklanmıştır.
İstanbul’da Ok Meydanında bulunan menzil taşları, menzil atışlarının yapılarak kırılan rekorların işaretlendiği tarihi bir alandır. Ok atışı yapan kişiye kemankeş denir. Türk tarihi boyunca kaydedilen en önemli kemankeşler;
Tozkoparan İskender’in menzil taşı 846 metre ile son zamanların en büyük rekorudur.
Şeyh Hamdullah’ın menzil taşı 729 metrelik rekora istinaden dikilmiştir.
Sultan II. Mahmud’un menzil taşı 1835 yılında 801 metrelik rekorunu kırınca, önceki rekorda dikilen taşını ileri sürmüştür.
Hacı Beşir Ağa’nın menzil taşı divitçi menzilinde 1106 gez, yani 730 metre ok atışı gerçekleştirerek taşını okun düştüğü noktaya dikmiştir.
Eski Türklerden günümüze kadar sosyal, ekonomik, askerî ve sportif faaliyetlerde kadın ve erkek eşitliği var olmuş; özellikle okçuluk alanında kadın, erkek ve çocuklar birlikte yer almış ve sportif Türk okçuluğunun her zaman çağın ilerisinde bir gelişim göstermesini sağlamıştır. Okçuluk sporu için okçu tekkeleri yapılmış, sporcuların eğitimi, barınması ve belli bir miktarda maaş olanakları da sunulmuştur.
Cumhuriyet Dönemi’nde de okçuluk sporuna önem verilmiş olup sporun tabana yayılması için kurumsal çalışmalar yapılmıştır. Modern okçuluk ile geleneksel okçuluğa dair spor federasyonları kurularak okçuluk faaliyetlerinin yaygınlaştırılması sağlanmıştır.
Çocuklarımızın ilk okul çağlarından itibaren okçuluk sporuna yönlendirilmesi, onları ekranlardan uzaklaştırırken hem fiziksel hem de zihinsel gelişimlerine önemli katkıları olacaktır.