100 yıl önce Türkiye Büyük Millet Meclis, kısa ama etkisi derin bir kanun kabul etti: Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlarla Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun.
Bu yasayla tekkeler, zaviyeler ve türbeler kapatıldı; türbedarlıklar ilga edildi. Şeyhlik, dervişlik, müritlik, seyyitlik, çelebilik, babalık, emirlik gibi tasavvufi ve dinî unvanların kullanılması yasaklandı.

Aslında işaret birkaç ay önce verilmişti. Mustafa Kemal Atatürk, 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da yaptığı meşhur konuşmada şöyle diyordu:

“Filan ve falan şeyhin irşadıyla saadet-i maddiye ve maneviyye arayacak kadar iptidai insanların Türkiye camia-i medeniyesinde mevcudiyetini asla kabul etmiyorum. Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.”

Bu kanunla 773 tekke, 905 türbe ve 100 kadar zaviye kapatıldı. Ancak bu, birtakım binaların kapısına kilit vurulmasından ibaret değildi. Türkiye’de dinî hayatın kurumsal haritası, hafızası ve tezahür biçimi kökten değişti. Amaç yalnızca dinin yozlaşmış kurumlardan arındırılması değildi; hedeflenen kültürel, kurumsal ve nihayet zihinsel bir dönüşümdü.

Tekkeler, yapılarıyla eski rejimin hatırlatıcısıydı. Cumhuriyetin pozitivist, aydınlanmacı ve ilerici paradigmasında eskiyi hatırlatan hemen her şeyi kaldırmak veya iptal etmek gibi bir anlayış hâkimdi. Dinî hayat üzerinde mutlak bir kontrol kurmak amacıyla birey ile içinde yaşadığı cemaat arasındaki bağ yasaklar yoluyla sert bir biçimde koparıldı. Tekkelerin Anadolu halkını birleştirici etkisi ortadan kaldırıldı ve manevi ilişkilerden uzaklaştırılan bireyler atomize hale geldi.

Oysa tekke ve tarikatların birleştirici etkisi, en açık haliyle Millî Mücadele döneminde görülmüştü.
I. Dünya Savaşı’na Mücahidin-i Mevleviye Alayı, Mevlevi çilesine nazireyle 1001 kişiyle; Mücahidin-i Bektaşi Alayı ise 5.000’den fazla kişiyle aktif olarak katılmıştır. Mevleviye Alayı yalnızca askere nefes veren dervişlerden oluşan bir moral grubu değildi; lojistik ve sıhhiye desteği sağlıyor, cephe gerisinde somut görevler üstleniyordu.

Ankara’da kurulan ilk Meclisin yapısı da bunu doğruluyordu. Meclis Başkanı Mustafa Kemal’di. Başkan yardımcıları ise Konya Mevlana Dergâhı şeyhi Abdülhalim Çelebi ile Kırşehir Bektaşi Dergâhı şeyhi Cemaleddin Efendi’ydi. Yani kurucu irade ile tarikat yapıları arasında başlangıçta stratejik bir ittifak vardı.

I. Dünya Savaşı’nın ardından İstanbul işgal edildiğinde tekkeler duruma bigâne kalmadı. İstanbul’daki Özbekler Tekkesi ve Hatuniye Tekkesi gibi dergâhlar Anadolu’ya silah, mühimmat ve insan sevk edilmesinde kritik birer karakol ve lojistik üs işlevi gördü.
Öte yandan Mustafa Kemal Paşa ve Ankara Hükümeti, Millî Mücadelenin ilk yıllarında Anadolu’daki tekke şeyhleri ve kanaat önderleriyle mektuplaşarak onların halk üzerindeki nüfuzunu direnişi örgütlemek için kullandı. Bu dönemde tekkeler, sadece ibadetin değil; aynı zamanda vatan savunmasının manevi ve fiziki kaleleriydi.

Ne var ki zafer kazanılıp Cumhuriyet ilan edilince, kurucu irade ile geleneksel yapılar arasındaki ittifak hızla bir tasfiye sürecine dönüştü.
“Dünya Savaşı’na katılırken tekkeleri savaşa çağırıyorsun ve geliyorlar. Millî Mücadele’ye çıkarken tekkeleri hem cepheye hem Meclise çağırıyorsun, geliyorlar. Millî Mücadeleyi birlikte yürütüyorsun. Fakat Millî Mücadele biter bitmez, yani Lozan imzalandıktan sonra tekkeler aleyhinde bizzat merkezden propaganda başlatıyorsun.”

Anadolu halkının ahlaki, manevi ve dinî eğitimine katkıda bulunan dayanışma ağları kapandığında binlerce insanın şahsi ve toplumsal bir bunalıma sürüklenmesi kaçınılmazdı. Yasaklarla birlikte tarikat ehlinin yıllardır süren manevi ilişkileri fiilen sona erdi. Dostları ve yakınları tutuklandı. İbadet etmek için gizlice bir araya geldikleri evler basıldı. Toplumun saygın mensupları, polis tarafından takip edilen “sakıncalı kişiler” haline geldi.

Türbeleri açanlar ve buralarda tarikat merasimi yapanlar için en az 3 ay hapis ve 50 liradan az olmamak üzere para cezası getirildi. Takibat o kadar sıkıydı ki, dönemin gazeteleri hemen her hafta “falanca ilde gizli tekke ortaya çıkarıldı” haberlerine yer veriyordu. Bu insanlar toplumun bazı kesimlerinde alay ve küçümsemenin hedefi oldu.

Seyyid Abdülhakim El-Hüseynî (Ervasi)’nin yaşadıkları, sürecin bireysel düzlemdeki en çarpıcı örneklerindendir. 1930 Menemen olayı sonrasında olayla hiçbir ilgisi olmamasına rağmen irtica paranoyasıyla tutuklanmış, yargılanmış ve beraat etmesine rağmen İzmir’e zorunlu ikamete gönderilmişti. Hayatının son yıllarını sürekli gözetim altında; Beyoğlu, Ağa ve Beyazıt camilerinde sınırlı vaazlar vererek veya Vefa Lisesi’nde öğretmenlik yaparak geçirmek zorunda kaldı.

Süreç yalnızca kapılara kilit vurulmasıyla sınırlı kalmadı; devasa bir mülkiyet transferine de sebep oldu. Kapatılan tekke ve zaviyelerin bir kısmı okul, karakol, halkevi veya depo olarak kamu hizmetine tahsis edildi; önemli bir kısmı ise ekonomik gelir elde etmek amacıyla satışa çıkarıldı.

“Köhnemiş, geri kalmış, örümcekleşmiş zihniyetlerin yetiştiği tekkeler satılarak aydınlık nesillerin yetiştirileceği okullar yapılacak.”
Bu anlayışla birlikte mekânla beraber orada biriken hafıza da kayboldu. Tekkelerde icra edilen musiki meşkleri, hat sanatları, sofra adabı gibi ince kültür unsurları sağlıklı biçimde sürdürülemedi. Dinî yaşantının estetik ve manevi boyutu zayıfladı. 1940’lara gelindiğinde genç kuşaklar için dedelerinin evlerde gizlice yaptıkları ritüeller artık anlaşılmaz hale geldi.

Sert uygulamalara rağmen toplumun dindar kesimleri ve tarikat ehli bu dönüşüme tamamen teslim olmadı. Hukuki varlığı reddedilen yapılar, gündelik hayatın gölgelerinde ve sivil toplumun çeperlerinde tasavvufi damarlar olarak yaşamaya devam etti.

Kabulünden tam bir asır sonra, bu yasanın mirası olarak şekillenen hafıza kaybını, örselenmiş manevi damarlarımızı ve yerini dolduramadığımız kurumları yeniden düşünmenin zamanı geldi. 677 sayılı yasa hâlâ yürürlükte.
Kâğıt üzerinde tekkeler ve tarikatlar yok; fakat fiiliyatta dinî ve tasavvufi alan, bendini tanımayan bir su gibi kendi yolunu bulmaya devam ediyor.